55 Yaşıma Mektup

Nasıl geleceğini ya da gelip gelmeyeceğini bilmediğim bir yere seslenmek istiyorum bu kez…

Sevgili kendim,

Bunu sana yirmi yıl öncesinden yazıyorum o günlere erişip, erişmeyeceğinden emin olmayarak. Sahi geldin mi o yaşlara? Ununu eleyip eleğini astın mı? Neler yaşadın, neler gördün? Çok merak ediyorum. Ve bu yaşımdan hayal ettiklerimi sormak istiyorum gelecekteki sana.

Çalışmaktan hep keyif aldın, çalışmanın seni hep iyileştirdiğine, iyi geldiğine inandın. Ne zamana kadar çalıştın ya da hala çalışıyor musun? Kurumsal yaşama devam edip, unvanlar alıp, kartvizit değiştirip, her tatilde çılgın beyaz yaka kaçamaklarına devam ettin mi bunca sene? Tuhaf zaman kipleri olan bu yaşamda tatmin oldun mu? Yoksa sakin bir yere yerleşip, sessizliğin içinde kendini duymaya çalışıyorsun? sevdiğin hayvanlara baktığın ve sadece kendine odaklandığın bir yerde misin? Pilates eğitmenliği konusunda birtakım hedeflerin vardı, gerçekleştirdin mi? Ve yahut gittin mi diline bile hâkim olmadığın bir ülkeye? Nasıl oralar? Mevsimini, insanlarını, doğasını sevdin mi? Neredesin?

Hayallerinde yaşattığın o teraslı ya da bahçeli evde mi nefes alıyorsun denizi görerek? Çiçek bakmayı hiç beceremezsin, bu yüzden kendine yılbaşında plastik kokina almıştın hatırlıyorum ama şimdi bahçene çiçek mi dikiyorsun yoksa bari işe yarasın diye organik domates, salatalık fideleri ile mi uğraşıyorsun? Hah, kesin iki arık domatesle salça yapmayı deniyorsundur 😉 Ya reçeller.. Her meyveyi bekletip, reçel yapıp, renkli kavanozlara koyup sevdiklerine götürüyor musun hala? Konserve denemelerinden vazgeçmişsindir umarım. Çünkü maalesef kavanoz kapatmayı beceremediğin için hep bozulurdu yaptıkların. Ama vazgeçmeyip başardıysan da tebrik ediyorum seni.

Aşka aşık, sevgiden beslenen, sevgiyle büyüyen ve insanları seven biriydin sen. Aşık oldun mu mesela? Bunca şeye rağmen hayallerinde yaşattığın aşka erişebildin mi? Birini sevdiğini anlamak için “yüzüne baktığımda gülümseyebilmem yeter” derdin hep, baktığında gülümsediğin bir yol arkadaşın oldu mu? Güne, birinin gözlerine bakıp, “iyi ki sensin” diyerek uyanıyor musun? Yüzüne bakıp, “ödül gibisin” diyecek kadar çok seviyor musun bir adamı? Kadehlerinizi keyifle tokuştururken neler yaşadık, nelere direndik diyebiliyor musunuz? Markete kim gidecek, ışığı kim kapatacak diye tatlı tatlı didişiyor musun biriyle? Aklın karıştığında, üzüldüğünde, kırıldığında ve yahut çok sevindiğinde ilk koştuğun kişi o mu, yoksa hala altın kızları arayıp heyecanını ilk onlarla mı paylaşıyorsun, meraktayım. Ne demiş bilir kişiler; sohbet etmek için aileni arıyorsan yalan olmuştur o evlilik. Ne durumdasın? Belki de evlenmedin. Zaten o imzaya hiç önem vermezdin ki. İnsanın bir imza ile on dakikada evlendiği kadar bir imza ile de beş dakikada boşanabildiğini savunurdun hep.

Çocuğun var mı ya da çocukların, yoksa bu kadar okuduğun kitabı tecrübe edemedin mi, uçup gitti mi boşluğa? Bu zamanlarda geleneksel annelere hep öfkeliydin, uğruna savaştığın o bilge anneliği yapabiliyor musun? Hayır dediğinde açıklayarak, ikna ederek ve fikrini saygı duyarak, bir çocuğu sınırsızca ve sabırla dinleyebiliyor musun? Kızın mı var oğlun mu? Kızın varsa şayet ülkede kadın olmanın zorluklarını ama muhteşem ayrıcalığını anlatabildin mi? Oğlun varsa nazik ve tevazulu bir erkek olmanın kılıbıklık değil iyi insan olmak demek olduğunu öğretebildin mi? İyi insan olmanın yastığa başını koyduğunda vicdanına hesap vermemek ve onunla savaşmamak olduğunu öğrettin mi? Sevgiye ve şefkatin gücüne sonsuz inanırdın sen, anlatabildin mi bebelerine saf sevginin her şeyi iyileştirebildiğini? Tedavi etmek değil de iyileştirmek olduğunu…

Hayalini kurduğun o kitabı yazabildin mi, merak ediyorum doğrusu. İçinde dolup taşan düşünceleri ve duyguları kağıda dökmeyi uzun yıllarca sevdin. Bu bazen deneme yazıları oldu, bazen çok sevdiklerine mektuplar oldu. Ama bir kitap vardı hayalini kurduğun. Ya simsiyah bir zemin üstüne beyaz çizgilerden ya da bembeyaz bir zemine siyah çizgilerden oluşan bir kapak hayal ediyordun ilk bakışta anlaşılmayan. Çizdirdin mi? Giriş kısmına bilgi içermediğini ve fakat bolca farkındalık olduğunu yazacaktın ki okurlar çok büyük beklentilere girmesin. Yayınladın mı o kitabı?

Sahi sen yaşlandın mı, yaş mı aldın?

(Fonda Duman, Akıbet çalarken…)

 

Zamana Bıraktıklarımızı Hayat Bize Bırakmıyor

Öğrenmelerin, keşfetmelerin epeyce sert olduğu bir zaman yine. Bazen neye üzülüyorum biliyor musunuz? Aslında çok iyi biliyorum dediğim bir şeyleri bilmediğimi fark etmeye. Bir de böyle şeyler tokat gibi çarpıyor insanın yüzüne. O zaman daha çok canımı acıtıyor.

Çok sevdiğim bir insanı daha hayatımdan uğurlamış olduğum bir zamanda olduğum için bugün gündemimi ertelemek olarak seçiyorum.

Çok sevdiğim bir hocam vardı üniversitede. Hayatımda izi var dediğim ender nadir insanlardandı kendisi. Çok kilit şeyler öğrenmiştim. Mesela sınav geçmenin, notun aslında hiçbir şey olduğunu. Mesela bazı kelimelerin asla tanımının olmadığını, sözlüklerin de yanılabildiğini ve üstüne ben bir şeyler eklemiştim. Tanımlayamadığım şeyler üzerinden kendimi yargılamamayı öğrenmiştim. Beni ve yaptıklarımı takdir etmeyi bilen, öz güvenimi perçinleyen, abi yarısı dediğim biriydi. Dün birden artık yaşamadığını öğrendim.

Gördüğüm anda gözümden yaşlar indi inmesine de neye ağladığımı anlamam biraz zaman aldı. Zor bir savaş veriyordu sağlığıyla belki de bekliyordum bu haberi. Beni o an hıçkıra hıçkıra ağlatan şey yaşadığım yerde tedavi gördüğü zaman kendisini görmeyi şu veya bu sebepten ertelemiş olmamdı. Ha bugün ha yarın giderim derken o başka bir şehre gitti tedavi için. Ve sonrası malum… Kendime öfkelendim, kızdım, hırpaladım ama hak etmiştim bunu. Ben ki herkese ertelemeyin diyen bir kadın, anı anda yaşamaya önem veren bir kadın… Nasıl yaptım bunu diye düşündüm. Düşündükçe ağladım, ağladıkça düşündüm. Şimdi ise beni bir yerden gördüğüne inanıp, özürler diliyorum ertelediğim için.

Sahi neden erteliyoruz? Hayatımızdaki her şeyi ve hatta herkesi fütursuzca neden erteliyoruz? Kim biliyor ki yarın sabaha uyanabileceğimizi. Kim biliyor ertelediğimiz şeyi yapmak için yeni bir fırsatımızın olacağını? Belki bir daha şansımız olmayacak. Sonra ne hissedeceğiz? Kocaman bir pişmanlık. Ah keşke şöyle yapsaydım, böyle deseydim diye diye sızlanmalar. Ama asla geri getiremeyeceğimiz anlar toplamı… Heraklitos’a hak vermemek elde mi? Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz!

Nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde herkes her şeyi bir şekilde erteliyor. Neden? Dünyevi şeylere bu kadar kapılıp neden ruhumuzu doyurmayı ve sevdiklerimize iyi hissettirmeyi erteliyoruz? Ruh, elle tutulup gözle görülen bir şey değil diye mi? Sevdiklerimiz hep cebimizde ve bizi sevmekten asla vazgeçmez diye mi bu boş vermişlik? Emin olun herkes her şeyden vazgeçer zamanı gelince. Hatırlatmak istedim.

Kalbim Bu Asrın Dengi Değil

Bu başlığı bir sosyal medya gönderisinde görüp, aşık olmuştum. Nasıl güzel bir cümle bu diyerek. Öyle ya insan, her zaman bir insana aşık olmaz, olmamalı da… Üstünde biraz düşündüm, biraz kendimi dinledim ve karar verdim; ben de bu asrın insanı değilim maalesef. Kalbim çok başka bir zaman diliminde, gönlüm çok başka bir tabiatta sanki. Bazen içinde yaşadığım düzende fazlasıyla eğreti hissediyorum kendimi. Alışkanlıklarım, inandıklarım, savunduğum değerler geçmişte bir yerde kalmış gibi.

Modern dünya düzenine elbet uyum sağlıyorum, mesajları, tweetleri kullanıyorum ama hala iki satır mektup yazmanın, kağıdın kalemin büyüsünden kendimi alamıyorum ve kağıtlara yazmanın gücüne fazlasıyla güveniyorum. Günler geçip, yaşım ilerledikçe yazdıklarıma, yazılanlara okuyup, iç dünyamda mini mini yolculuklar yapmayı seviyorum.

Teknolojinin gerekliliği su götürmez bir gerçek. Ama bir ana ait karenin bin farklı karede hayat bulup, içinden en fotojenik olanının seçilmesini anlamlı bulmuyorum. Neden fotoğraf çekiyorum ki? O anı ölümsüzleştirmek ve o ana imza atmak değil mi amacım? Ve fotoğrafların basılması gerekliliğini savunuyorum. Eskidikçe, sarardıkça bakıp bakıp “vay be, ne günler geçirmişiz.” diyebilmek istiyorum.

İnsanların birbirini yanlış anlaması için dokuz ihtimalin olduğunu söylemiş Slyvine Herpin*. Kendini doğru ifade edebilmenin hayatı kolaylaştıran bir ayrıntı olduğunu düşünüyorum. Kurduğum hiçbir cümlede karşımdakine “acaba” dedirtmemeye özen gösteriyorum. İletişimde olduğum kişiyi herhangi bir konuda şüpheye düşürmüyor oluşumun da ona bir çeşit değer verme yöntemim olduğuna inanıyorum ve “aslında şunu demek istedim, öyle demek istemedim” gibi cümleleri mümkün olduğunca kurmamaya özen gösteriyorum.

Sevgimi asla saklamıyorum ve ifade etmek konusunda cimri davranmıyorum. Ne yaşanırsa yaşansın, ne kadar kötü durum hasıl olursa olsun sevginin saklanmaması ve ifade edilmesinin gerekliliğinin mühim olduğunu ve sevginin sınava tabi tutulmaması gerektiğini düşünüyorum. “seni seviyorum” dediğim zaman kendimi zayıf hissetmiyorum, aksine güçlü hissediyorum. Birini sevmenin ona verilmiş bir ödül değil aslında kendime verdiğim bir ödül olduğunu düşünüyorum. Hem zaten söylemeyeceksem neden seviyorum ki?

“Gerçek sevgi eylem gerektirir. İcraat ister. Banyo kapısının arkasındaki çalı süpürgesi de beni seviyor olabilir mesela, değil mi? Varsa bile gizlenen, gösterilmeyen sevginin hiçbir değeri, hiçbir önemi yok. Sevdiğinize, sevginizi hissettirin. şeklinde bir pasaj okumuştum bir kitapta. Sevgiyle alakalı hislerim karıştığı zamanlarda hep bu sözü anımsıyorum.

Niyetin saflığına gönülden bağlıyım. Bazen başkalarına kırılabiliyorum, darılabiliyorum ama bunun karşılığında “ben de onu şöyle acıtmalıyım” demiyorum. Karşılığını bulmasına sebep ben olmayı hiç istemiyorum. “İki yanlıştan bir doğru çıkmaz” demiş eskiler. Üstelik kırılmama sebep olan kişi, ilahi adalet çerçevesinde bir şey yaşasa, bunu bile görmek istemiyorum. Görüp de “oh olsun” deyip, kendi egoma yenilmekten ve kibirlenmekten korkuyorum.

İyi insan olmanın, toplumda kabul gören davranışlar bütünüyle yaşamak değil de kalbimle onayladığım davranışlar bütünü olduğunu düşünüyorum. Çünkü kanımca; iyi insanın yastığa başını koyduğunda vicdanına hesap vermek zorunda olmayan insandır.

Beni ben yapan ve başka bir devrin insanı olduğumu gösteren başka konulara da vardır mutlaka ama şimdilik aklıma gelenler bunlar.

İşte böyle…

Bu aralar çok sık tekrarlar oldum bunu; kalbim bu asrın dengi değil.

Bu arada şimdi öğrendim, bu bir uhrevi bir kitabın adıymış ama ben hiç bu hissiyatla yazmadım. Zaten o mevzulardan da pek anlamam 😊

*Düşündüğünüz, söylemek istediğiniz, söylediğinizi zannettiğiniz, söylediğiniz, karşınızdakinin duymak istediği, duyduğu, anlamak istediği, anladığını sandığı, anladığı arasında farklar vardır.

Dolayısıyla insanların birbirini yanlış anlaması için en az 9 olasılık vardır.”

Fonda, Murat Evgin – Mektup çalıyor. Dinleyiniz..

 

 

 

Değişimden Öğrendiğim Beş Motto

Geçen yılın en güzel anıları başlığı altında yer alacak türden bir etkinliğe katıldım, 22 Aralık 2021’de. Yine bir bahar çocuğu ve bir şeyi başlatma enerjisine sahip biri olarak 22 Aralık tarihine de hemen bir anlam yükledim. 21 Aralık en uzun geceyse 22 Aralık günlerin uzamaya başlamasının ilk günü 😊 Nerden pozitiflik bassam da karanlık sabahlara uyanmanın son bulmasına bir bir gün saysam diye düşünüyorum resmen. Neyse konuyu dağıtmayalım.

Web.tv ekibinin “İK’ya Dair Sohbetler” sohbet serisine konuk oldum. Konu başlığımı da kurumsal hayattan uzak ve kişisel dönüşüm temalı olması açısından ‘Değişime Direnme Tadını Çıkar’ olarak belirledim. Enerji seviyesi yüksek ekiple tastamam 55 dakika boyunca değişime, dönüşüme ve kişisel farkındalıklarımıza dair birçok konuda sohbet ettik. Fakat bir başlık vardı ki bence yazılası ve arada okunulası dedim, açtım mesai sonrası bilgisayarı… (beyaz yakalılar mesaiden sonra bilgisayar başında vakit geçirmeyi sevmez 😉)

Dönem dönem yaşadığım bazı felaketler ya da felaket olduğunu düşündüğüm konular bir şeyler öğretti bana. Ben de ömrümün yaklaşık %10’unda aşağıdaki konuları kendime düstur edindim. Geriye kalan % X lik kısmında neler neler öğreneceğimi düşünmeden, fütursuzca yazmak istedim. Hem de bildiğiniz konuşma diliyle yazacağım ki samimiyeti eksilmesin.

1- Özgür olmak hayattaki en önemli şey.

Sokağa çıksak, özgürlük nedir desek… Birbirinden alaksız, belki de birbiriyle benzeşik bir sürü tanım duyabiliriz. Ama yaşamımın kronolojik sıralamasına baktığımda benim özgürlük yorumlarım şöyle;

*yaş 10-15: Özgürlük, istediğimiz her şeyi yapmak. Woaww! Ne kadar cezbedici.

*yaş 23-28: Özgürlük, başkasına zarar vermeden istediğimiz her şeyi yapmak. Ugh! Ne kadar politik.

Bugün şundan çok eminim ki bence özgürlük bunların ikisi de değil. Asıl özgürlük istemediğim şeylere hayır diyebilmem ve reddetme becerim. İstemediğim bir yerde olmamam, istemediğim bir şeyi yapmamam, istemediğim insanları hayatımdan çıkarabilmem gibi gibi. İşte en büyük özgürlüğüm bu.

Ve benim bundan vazgeçmeye hiç niyetim yok. Reddetmek, istediğim hiçbir şeye zoraki evet dememek için elimden geleni yapacağım. Bunu yapabilmek bence özgüveni arttırmak için Anahtar niteliğinde.

2- Ne olursa olsun kendin olmak

Olmadığım biri gibi davranmak bana hep yorucu gelen bir eylem oldu. İşimi yaparken de arkadaşlık ilişkilerimde de hep olduğum gibi davrandım. Ve hatta aile ilişkilerimde bile kendim gibi davranmaktan hiç çekinmedim. Ebeveynlerimin hayallerini süsleyen “hayal ürünü” bir çocuk olmadım hiç.

Dönem dönem beni, daha da ağırlıklı olarak çevremdeki zorlayan bu durum bugün benim hayatımı kolaylaştırıyor. Her şeyden önce yalan söylemeye ve bir şeyleri hatırlamaya hiç ihtiyaç duymuyor, orada şöyle mi davranmıştım, burada böyle mi demiştim ikilemini hiç yaşamıyorum. Yapmadığım bir şeyi söylemiyorum, söylediğim şeyi mutlaka yapıyorum. Tavrım hep aynı olduğu için durumu yönetmek çok zor olmuyor. Bu şekilde yaşamım çok daha kolay oluyor. Haddim olmayarak size de tavsiye edebilirim sanırım 😊

3- İnsanlar plan yapar, Tanrı güler

Hayat boyu planlı, programlı yaşamanın ideal dünya olarak öğretildiği yaşamımda artık buna inancım yok denecek kadar az. Ne için plan yapıyorum ki? Ben plan yapıyorum, güç bana diyor ki; ben ne istersem o olur, boşversene. Bu nedenle uzunca bir süredir plan yapmıyorum, an içerisinde yaşayıp, an içerisinde atlatmaya çalışıyorum. Çünkü her şey olması gereken zamanı bekliyor ve olması gereken zamanda oluyor, çünkü her nasip gerçekten vaktine esir.

Galiba bu şekilde daha az yoruluyorum. Çünkü A planı tutmazsa B yi uygularım derken efor harcıyorum ve A planı çat diye tutunca, B planına harcağım emek çöp! Emeğim çöpe gideceğine, A planı tutmadığı zaman yeni bir emek vermek daha az yorucu gibi geliyor bana. Daha az yorulmak ve daha az yıpranmak istiyorsanız bunu da şiddetle tavsiye ederim 😊

4- Hayatımda bir şey bitiyorsa mutlaka daha güzel bir şey başlayacağı için bitiyordur

İyiyi düşünmenin, iyiyi çağırmanın en kolay ve en zahmetsiz yolu olduğuna inandığım bir motto benim için. Evet, zaman zaman insan hayatında bir şeyler bitebilir, birileri gidebilir ama bu sonların hemen hepsinin peşinden yepyeni güzellikler geliyor. Daha doğrusu yepyeni güzellikler geleceğine inanabildiğim sürece hiçbir bitiş beni üzmüyor ve yormuyor. Çünkü bitişlere direnirsem hayat bana bir ödülle geliyor. Bence evrenin mizah anlayışı bu şekilde.

Buna inanmaya başladığımdan bu yana da hep ama hep güzel şeylerle karşılaştım. Hayatım dört mevsimin her türlü yumuşak ve çetin iklimini yaşasa da yaşama bakışım hep ilkbahar oldu ve oluyor. Ve tabi ki güzellikleri benimle buluşturan güce de sonsuz teşekkürlerimi iletmeyi de ihmal etmiyorum.

5- Değiştiremeyeceğin hiçbir şeyi sorgulama

Toplum olarak şikayet etme ama çözüm üretmeme, sorgulama ve eleştiri konusunda master yapmış insanlar olduğumuza eminim. Her şeyden, herkesten sonsuz bir şikayet ve eleştiri gücüne sahibiz. Üstelik eleştirdiğimiz kadar çözüm bile üretmiyoruz. Sadece sorgulayıp kendimizi yıpratıyoruz. Ben eleştirmeden veya şikayet etmeden önce o konuyu değiştirip, değiştiremeyeceğimi düşünüyorum. Değiştiremeyeceksem üstünde konuşmuyorum bile. Direkt yaşamayı seçiyorum.

Bu konu için verebileceğim en yalın örnek ise hep aynı: İstanbul ve meşhur sorunumuz trafik. Bunu milyonlarca kez eleştirsem durum değişecek mi? Hayır. O zaman sorgulamamak tercihim oluyor. En iyi yapabileceğim, durumu değiştireceğine inandığım birine oy vermek olabilir, o da buranın konusu değil zaten 😉 Veya daha sosyolojik bir örnek vereyim; kendi tercihleri ve yaşam standartları ile mutlu birini neden sorgularız ki? Neden o kişinin benim standartlarımı yaşamasını ve bir de üstelik benim standartlarımla mutlu olmasını isteyip, sırf bunu yapmıyor diye onu sorgulayıp, kendime dert edineyim? Ne gerek var? O da kendi seçimleri ile mutlu diyorum ve sorgulamıyorum. İnanın, hayat böyle o kadar sevilesi bir hal alıyor ki 😊

Web.tv ekibi ile yaptığım sohbetin linkini de şuraya bırakıyorum, belki dinlemek istersiniz.

https://www.youtube.com/watch?v=dtAu7sQ3aqg&t=397s

Özetle, kendi hayatımı ve başıma gelenleri değerlendirirken izlediğim yöntemim şu:

Bu yazıyı yazarken, fonda Şebnem Ferah-Yalnız çalıyor. Lütfen dinleyin…

#4

Sufilerde Su Felsefesi

Suyun doğası bir felsefe anlatır.

Mesela dağdan akan suyu düşünün. En az direnç gösteren yolu seçer akmak için.

Yani önüne bir kaya çıkacak olursa onunla uğraşmaz, kayayla mücadele etmez, etrafından dolaşıp devam eder akmaya. Suyun bu doğasından alınan ilhamla şöyle der Sufiler: “Seninle uğraşan hiç kimseyle uğraşma, eğer uğraşırsan onunla aynı yerde kalırsın. Etrafından dolanıp devam et yoluna.”

Diyelim ki dağdan akan su önüne çıkan kayanın etrafından dolaşamayacak bir yola denk geldi. O zaman ne yapar, birikip üstünden aşar. Yok eğer bu da olmuyorsa sabırla kayayı damla damla delmeye başlar. Kayayı delmeyi başaran suyun kuvveti değildir tabii ki, damlaların sürekliliğidir ki buna da “sabır” derler. Sabretmek hiçbir şey yapmadan oturmak değildir. “Sabır dikenin içinde gülü, gecenin içinde gündüzü hayal edebilmektir.” der Şems-i Tebrizi.

Suyun doğası imkansızın bile başarılabileceğini, bunun için sabırlı ve istikrarlı olduğunu öğretir. Kayayı delen su elbette yine yoluna devam eder. Su hep akar. Bilir ki aktıkça temizlenir. Bazen dere kenarlarında su birikintileri oluşur, akmayan su bulanır, çamurlaşmaya başlar. Üzerine pislik birikir ve Sufiler bu yüzden derler ki: “Sen su gibi ak. Her daim yenilen. Her gün yenilen. İki günün aynı olmasın. Dünü dünde bırak yeni şeyler öğren.”

Mesela su değişimden hiç korkmaz. Ama insanlar değişimi sevdiklerini söyleseler de aslında bundan çok korkarlar. Su değişimi ne güzel de anlatır. Bazen yağmur olur, bazen kar olur, bazen buz olur, bazen buhar olur. Buhar olduğunda çıkar gökyüzüne yağmur olup iner yine yere.

Ayrıca su uyumludur. Çay bardağına koyduğunda çay bardağının şeklini alır, kovaya koyduğunda kovanın. Sürekli bulunduğu yere uyumlanır ama doğası hiç değişmez. Her yere her şeye uyum sağlar. Unutma ki dünyada her zaman doğaya uyum sağlayanlar hayatta kalır. Uyum sağlayanlar esnektir çünkü. Değişime direnenlerse katı. Fırtına en sert en güçlü ağaçları devirir ama esnek fidanlara, otlara hiçbir şey yapamaz. O yüzden esnek olanlar, uyum sağlayanlar hayatta kalır. Aynı zamanda akışa teslim olur. Teslimiyet içindedir. Çünkü bilir ki bütün dereler eninde sonunda büyük denizlere, okyanuslara akar.

Elinden geleni yaptıktan sonra hayatın akışına teslim olmaktır bu. Su berraktır, şeffaftır. Olduğu gibidir yani. Paylaşımcıdır. Hep besleyicidir. İnsanları, hayvanları, doğayı besler. Hayatı başlatandır.

Su olan her yerde bitkiler vardır, hayvanlar vardır, insanlar vardır.

İşte suyun bu yapısından dolayı Sufiler birbirlerine “Su gibi ol Azizim” derler.

07.01.2022 – 22.53

Ezbere İlişkilere Ezberbozan Çözümler – Ceylan Daş

Çok yalın bir dille çok konsantre bir bilgiyi edindiğim kitaptır. Fazlasıyla etkilendim, dört günde okuduysam on dört gün üzerine düşündüm

Otuz küsür senelik yaşamımın hafızamda yer alan en eski gününden bugüne yaşadıklarımı tek tek gözden geçirdim desem yanlış olmaz bence 
Ebeveynliğin ne kadar ince bir iş olduğuna bir kez daha inandım ve yemek yapmak için bile kursların olduğu ülkemde ana babalık kursu olmamasına bir kez daha üzüldüm..

Ebeveyn olan yada olmak isteyen tüm arkadaşlarıma tavsiye ederim.. tabi olmak istemeyenlere de 

Aşk Dersleri – Alain De Botton

Ah Alain, beni benden aldın yine. Aldın, götürdün bir yere ve orada bıraktın..umarım geri dönebilirim..♥️

Okurken yaşadığım duygu durumlarını kelimelerle tarif etmem sanırım mümkün değil. Belki bozuk yanlarımı gördüm belki de kendimi ve biraz da kalbimi anladım. Çok ama çok keyif aldım. Bir yanım hemen sonuna ulaşmak istese de bir yanım hiç bitmesin istedi♥️

Altını çizdiğim öyle çok yer var ki, hangisini buraya not edeceğimden bile emin olamadığım için baştan sona çizdiğim yerleri bir daha okudum ve aşağıdaki cümleleri yazmak istedim:
“Şarkı söyleyemediği için bir eşeğe öfkelenemeyiz, çünkü eşeğin yapısı ona a-i’lerinden başka bir ses çıkarma olanağı tanımamıştır. Aynı şekilde, bizi sevdi yada sevmedi diye kimseyi suçlayamayız, -gerçi eşeğin şarkı söyleyememesini kabullenmenin, aşkta reddedilmeyi kabullenmekten daha kolay olmasının nedeni, sevgilinin bir zamanlar sevdiğini de görmüş olmamızdır. Seni artık sevemiyorum sözlerini sindirmek bu nedenle çok zordur.”

Vazgeçmenin Hafifliği

Canım sosyolog, üstadım Teoman abim şöyle diyor ya bir şarkıda; kırıklarını aldırdım kalbimin, ruhumun…

Böyle dönemlerden geçiyoruz kalbimle, ruhumla ve kişiliğimle. Yine bir öğrenme yolculuğundayım galiba. Kalbimin kırıklarını topluyorum ve geri almamak üzere sakince bir yere bırakıyorum.

Çok daha önce kendimle ilgili aldığım kararlardan biri kaybedeceğim savaşlara girmemekti. Şimdi bir adım öteye geçiyorum ve vazgeçmeyi öğreniyorum. Herşeyden ve hatta herkesten.

Alışkanlıklarım! Eskiden sevdiklerimi sevmeme ihtimalleri var oluyor önümde. Eskiden sevmediklerimi ise sevebilmek. Mesela ahşaplar. Eskiden çok itici bulduğum için ahşap dolaplarımı beyaza boyayıp bütün apartmanı yağlı boya kokusu ile boğduğum zamanlarım var. Şimdi ise ahşap rengine garip bir şekilde tutkuluyum. Yada tam tersi eskiden tekrar tekrar okuduğum, keyif aldığım ve biriktirdiğim kitaplarımı sevdiklerime dağıtıyorum. Kitaplarıma yüklediğim anlamlar değişiyor.

İkna etmek! Yıllarca etrafımdakiler hakkımda, ikna kabiliyetim olduğuna dair yorumlar yaptı. Her ne kadar ben buna pek fazla inanmasam da… Ama bugün kendime şöyle bir bakıyorum ve kimseyi ikna etmek gibi bir çabam yok. Sadece fikrimi söylüyorum. Belki NŞA’da suyun 100 derecede kaynaması kadar doğru ama karşımdaki buna ikna değil, asla üstelemiyorum. Demek ki o da kendi inandıklarıyla, o şekilde mutlu diyor ve kimsenin mutsuzluğuna sebep olmuyorum, dolaylı yoldan kendimi de yormuyorum.

Sorgulamamak! Bir zamanlar herşeye neden diyen, eskilerin tabiri ile ‘dibine darı ekecek kadar’ sorgularken şimdi sadece ama sadece etki edebileceğim alanları sorguluyorum. Mesela trafik. Trafik yoğunluğuyla alakalı beş saat konuşsam durum değişecek mi? Hayır. O zaman sorgulamıyorum bu durumu, yaşayıp geçiyorum. Özetle; değiştiremeyeceğim hiçbir şeyi sorgulamıyorum.

Yardım etmek! Varoluşumuz gereği hepimiz yardım ederiz ama bende bu durum karşımdakinin zarar görmemesi için fazlasıyla uğraşmaktı ve ucu bir yerde iknaya bağlanıyordu. İyi bir şey yaptığımı düşünürken bir gün duyduğum bir yorum bende tam anlamıyla aydınlanma etkisi yarattı. İstemeyene yardım etmek, onun bu olaydan öğreneceği ve belki de kendisine katacağı bir şeyi engellemektir. O kadar inandım ki artık yardım ederken arz talep dengesini kurmaya özen gösteriyorum.

B Planları! Öyle yaparım, olmazsa böyle yaparım, en kötü şöyle ilerlerim dediğim zamanlara gülümseyerek el salladım. Artık o an neyi yapmaktan keyif alacaksam onu yapıyorum. Planladığım gibi gitmediyse, gitmediğini farkettiğim an yeni bir eylem planı oluşturuyorum. İnanın çok sade ve daha az yorulduğum anlardan oluşuyor yaşamım.

İnsanlar! Bence en önemlisi bu. Öyle çok insanla iletişim halindeydim ki… Bir de benim iletişim anlayışım empatinin zirvesi. Herkesin derdini kendi derdim gibi görmek ve akibetini takip etmek filandı. Şimdi kapım hayatıma girmek isteyen herkese açık. Ama kimseye tabela koyup, yolu göstermiyorum. Yada geleni kaybetmemek için kendi duygularımı suistimal etmiyorum. Daha da anlamlı olanı; gitmek isteyene de dur demiyorum. Arkasından sakince gülümsüyorum ve “hayatıma girdiğin için ve bugünkü ben olmama katkı  sağladığın için teşekkür ederim” diyorum. Hayatıma girişlerinde bir misyon olduğuna ve o misyonu yerine getirip gittiklerine inanıyorum. Ve en önemlisi; hayatıma bir şekilde giren, şu veya bu sebepten beni bulan ve sonrasında çıkan herkesi  de çok seviyorum.

Hani derler ya “her seçim bir vazgeçiştir” diye. İnanılmaz klişe bulduğum bir sözdür bu ve itiraf ediyorum ki oraya buraya yazmalık demişimdir hep. Hoş hala da çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim bu sözü ama kapanışı bu cümleyi evrilterek yapmak istedim.

Bence her seçim bir vazgeçiş değildir, onu seçmemeyi seçmektir 😊

(Fonda; Fikret Kızılok, İnişlerim Çıkışlarım çalıyor)

(illa ki vazgeçtiğim yada vazgeçmeye çalıştığım başka şeyler de vardır ama onlar da başka bir yazının konusu olsun..)

Sevme Sanatı – Erich Fromm

Kitabı ağır ağır okudum, zaten istesem de hızlı okuyamazmışım 🙃

Sevginin belki tarihi, belki psikolojisi, belki de içselliği anlatılmış.. Güzel de anlatılmış valla. Sabrına, anlama becerisine ve kendi psikolojisine güvenenler buyursun, okusun 🍀 biraz dili ağır ve sanırım bu baskıya özel çeviri biraz zor anlaşılır türden😏

En sevdiğim cümle;
“Olgunlaşmamış sevgi ‘seni, sana gereksinmem olduğu için seviyorum’ der. Olgun sevgi ‘seni sevdiğim için sana gereksinmem var’ der..” 🍀
Sanıyorum ki yıllar önce böyle bi cümleyi kullanmıştım.. iyi hissettim kendimi..

Yazar: Erich Fromm

Sayfa: 125

Yayın evi: Payel Yayınları

 

BEŞ SEVGİ DİLİ – GARY CHAPMAN

Çok ama çok yol gösterici, iç açıcı bir kitap.

Kadın erkek ilişkileri başta olmak üzere bence geri kalan insan ilişkilerine de uyarlanabilir teoriler içeriyor…💫

Okurken, hayatımın epeyce bir bölümünü tekrar gözden geçirme fırsatı yakaladım, öz eleştiri yaptım, içimi dinledim ve yaşamımı şöyle bir düşündüm.. bolca öğrendim ve yine başka bir farkındalık kazandım..💫

En sevdiğim cümle ise;

“insanlık oyununun son perdesinde üç karakter hayatta kalacak: inanç, umut ve sevgi.. ama en önemlisi sevgi..”🤍
Kesinlikle okumanızı öneriyorum.

Yazar: Gary Chapman

Sayfa: 226

Yayın evi: Koridor Yayıncılık