Posts by ÜMMÜHAN BALLI

Aşk Dersleri – Alain De Botton

2019 yılının son ayının son günlerinde tamamladım bu kitabı. Adeta bir yılbaşı hediyesi gibiydi bana ve kalbime.

Kitabı bir yerde okuduğum bir cümle ile keşfetmiştim, yaklaşık iki yıldır elimde olmasına rağmen okumamıştım. Demek ki doğru zaman şimdiymiş..

Bu kitapta kendimden, hayatımdan, yaşam anlayışımdan çok şey buldum ve çok şey öğrendim,buna eminim ve çok şeyin altını çizdim.. Ve bu kitabı da bir çok kişiye önerdim, sanıyorum üç kişiye de hediye ettim 🙂

Bir ilişkinin başlangıcı, evliliğe giden yolu ve ebeveynliğin aşamaları anlatılırken yer yer zirvede bir aşk, yer yer çatırdamalar gördüm. Ama hepsinden önemlisi bu adımların her birinin psikolojik sebepleri var kitapta..

Daha önce de dediğim gibi bekarların en az bir kez, evlilerin ise en az üç kez okumasını önereceğim bir kitap ✅

Zihnime kazınan en zirve cümle ise; “aşk basit bir heves değil, beceridir” oldu..

Yazar: Alain De Botton

Sayfa: 240

Yayın evi: Sel Yayıncılık

Alice Harikalar Diyarında – Lewis Carrol

Çocukken kesinlikle okuduğuma eminim bu kitabı ama bu günkü kafa ve bu zamanki algılarım ile değil 🙂

Hayal kurmanın gücü, efsanevi şaşırtıcılığı ve hayatı sorgulamaya sebep olacak bazı cümleler.. Beyaz eldivenli tavşan beni de bul lütfen!

Evet çocuk kitabı ama bence yetişkinler de okumalı ve yetişkin olmanın getirdiği ağırlıktan, ciddiyetten ve yetişkin bakış açısından bir parça olsa sıyrılmalı.. hayallerimiz hep var olsun hayatımızda…

Ve kilit cümlem: Ah,dünyayı döndüren şey sevgidir,sevgi🤍

Yazar: Lewis Carrol

Sayfa: 112

Yayın evi: İş Bankası Kültür Yayınları

 

İknanın Psikolojisi – Robert B. Cialdini

Uzun zamandır psikolojik bir şey okumadığım bir dönemde yolum kesişti bu kitapla ve iyi de geldi. Hiç bilmediğim bir sürü kavramla tanıştım, çok yeni şeyler öğrendim. Bir de meslek değişikliği yapmışken bu kitapla tanışmam çok daha anlamlı oldu diyebilirim.

Haliyle alan psikoloji olunca dil biraz yorucu ama sakin ve dingin kafayla okuduğunuz zaman çok şaşıracağınız kesin.

Şahsen ben hayatımda nedenini bilmediğim ama ritüel haline gelmiş bazı davranışlarımın psikolojideki karşılıklarını gördüm ve mutlu oldum. Yer yer kendimi anladım hatta anlamlandırdım 🙂

Yazar: Robert B. Cialdini

Sayfa: 368

Yayın evi: Mediacat Kitapları

İçimizdeki Şaman Duyguların Simyası – Nil Gün

Bu kitabı okuyana kadar hep “kitap aklın ilacıdır” derdim. Ama bunu okuduktan sonra “kitap aklın ve ruhun ilacıdır” dedim.

Yaşadığım yada hissettiğim duyguların ne kadar azını tanıdığımı, ağırlıklı bir kısmını tanıdığımı sandığımı gördüm kitapla. Okudukça kendimde birçok şey keşfettim, öğrendim. Aşırı fazla yerin altını çizdim, sonra tekrar açıp okuyabilmek için. Ki ara ara a açar okurum.

Eğer içsel bir yolculuğa çıkmaya hazırsanız okumanızı şiddetle tavsiye ederim.  Okuyun ve üzerine sohbet edelim.

Zirve cümlem: Tutulmamış yasların bedeli büyük olur!

Yazar: Nil Gün

Sayfa: 176

Yayın evi: Kuraldışı Yayınları

 

Üzgün İnsandan Özgür İnsana – Uğur Batı & Deniz Bayramoğlu

Altını çize çize okuduğum bir kitaptır kendisi. Belki de ihtiyacım olan kavramsal ayrımın ihtiyacım olan zamanda benimle buluşması bu kitabı bende farklı hale getirdi.

Başucu kitabım olmaya hak kazanan, yılda bir kez okumalıyım dediğim, iki kişiye hediye edip, en az on kişiye önerdiğim kitaptır. Çok şey öğrendiğim ve bir çok konuya bakış açımın değiştiği doğrudur.

Uğur Batı’yı ilk kez Bursa Tedx de tanımıştım. Anlattıkları ve kurduğu cümlelerin yapısı beni etkilemiş olacak ki, twitter takipleşmesi ile başlayan hikayem instagram vs ile devam etti. Ara ara yazarım kendisine, ara ara cevaplar da verir. Severiz 🙂

Yazar: Uğur Batı & Deniz Bayramoğlu

Sayfa: 368

Yayın evi: Destek Yayınları

Hayata Dön – Gülseren Budayıcıoğlu

Bu kitap, aynı yazarın başka bir romanından (Kral Kaybederse) sonra keşfettiğim bir kitaptır. Kral Kaybederse de babamın bana okumamı önerdiği bir kitaptı.

Okurken çok ama çok derinlerde bir yerlerde sakladığım bir kaç duygumu gün yüzüne çıkardım. Bunlardan birisi belki de anne sevgisi.

Aslında İstanbullu Gelin dizisinin roman hali diye duyup başlamıştım. Eğer kitapta diziyi görmek için elinize alacaksanız hiç almayın derim. 184. sayfaya kadar tek bir benzerlikle karşılaşmadım. Yarısından sonra ise Ala ve onun geçmişini okumak bana inanılmaz keyif verdi. Bİr çocuğun, bir genç kızın psikolojisine şahit olmak güzel bir deneyimdi.

Diziye gelecek olursak, kitaptan sadece ana karakterleri almış. Olay örgüsü veya başka bir ayrıntıda buluşmuyorlar.

Ama amaç başka insanlar ve başka psikolojilere şahitlik etmekse buyurun okuyun…

Yazar: Gülseren Budayıcıoğlu

Sayfa: 400

Yayın evi: Remzi Kitabevi

 

Abim Deniz – Can Dündar

Kitabı elime ilk aldığımda gözüm korkmuştu evet, çok kalın bir kitaptı. Ama gerçekten bir solukta okudum. Çok duygulandım, çok hayal ettim ve belki de çok yaşadım.

Oldum olası sevmişimdir ben 68 kuşağını, yaptıklarının ağırlıklı bir kısmını takdir ettim hep. Bu dönemi konu lan bir çok şeyi okumaya ve izlemeye özen gösterdim.. Ee ne de olsa serde var biraz anarşizm 🙂

Şöyle bir anım var kitabı okuduğum süreçte: Bir arkadaşım evine çağırmıştı ve yanına çıktım, neden ağladığımı sordu. Ben de kitap okuyordum dedim. Sonra geri evime dönerken; “ben gideyim de kaldığım yerden ağlamaya devam edeyim” demiştim. Ara verseniz de etkisini hissedebileceğiniz bir kitap.

Nasıl canım acıyarak, gözlerimde yaşlarla, bir devire çok derinden kırılarak, öfke dolarak ve lanetler yağdırarak okudum.

Kitabın anlatımı yalın ama konulara hakim değilseniz biraz Wikipedia karıştırmanız gerekebilir.

Anne tarafının anlattıkları çok acı. Yani okumadan önce biraz kalbinizi, biraz aklınızı hazırlamanız gerekecektir.

Keyifli Okumalar..

Yazar: Can Dündar

Sayfa: 480

Yayın evi: Can Yayınları

32’ye Merhaba Derken

 

Neden böyle bir yazıyı kaleme almak istedim diye düşündüm epeyce ve şöyle bir cevap buldum kendimce: Hayatımın dönüm noktası olduğuna inandığım anları kayıt altına alma arzusu…

Geçen sene doğum günümün ardından, kendimi çok değişik ruh halleri içinde bulmuştum ve her zaman olduğu gibi bunu babama anlatmıştım.

Şöyle demiştim: Baba, Ruhsar’ı hatırlıyor musun? Bir Gözüm Abla ve Gözüm Abla’nın altın rengi iki adet kapısı vardı gökyüzünde. Bu sene, yani 30 yaşımı tamamlayınca sanki gökyüzünde öyle iki kapı açıldı ve ben bir buluttan başka bir buluta zıpladım. İnsanlara bakışım, sabrım, olayları yorumlamam, bazı durumları değerlendirmem ve belki bazı zevklerim öylesine değişti ki, kendimdeki değişiklikten korkuyor gibiyim, tuhaf hissediyorum.

Babam ise tam yaşına yakışır bir şekilde ez cümle bir cevap vermişti: Sen bir de 40ı düşün!

İşte o an anladım ki her yaş insanda başka bir bakıç açısı, başka bir ruh hali demekmiş… Büyümek denen şey tam da böyle bir şeymiş… Bazen gülücüklü olsa da çok zaman sancılıymış büyümek!

31 yaşımı tamamlamaya sayılı günlerin kaldığı, 32 ye merhaba demek üzere olduğum bu zamanda gözlerimi kapatıyorum ve diyorum ki bu yıl hayatımın en çok büyümeli ve öğrenmeceli yılı oldu sanki. Hayata, insanlara, ilişkilere ve arkadaşlıklara dair çok şey öğrenmiş gibi hissediyorum kendimi. Neler öğrendim peki?

Daha konforlu yaşama fırsatını yakalayabilmek için bazen konfor alanını terk etmek lazımmış!

Evet, kulağa berbat geliyor belki ama konfor alanından çıkma cesareti gerekiyor bazen. Bunu yapabilen o kadar az insan var ki… Oysa ki mevcut düzene itiraz edenler değil mi hep iyiye ve güzelliğe ulaşanlar? İnceden anarşik ruha sahip olanlar? O nedenle diyorum ki arada kafayı kırmak ve bir şeylere yürümek değil, koşmak gerekiyor. Çünkü bazen konfor alanımızı terk etmekten korktuğumuz için kapımızı yavaşça tıklatan fırsatlara gözümüzü kulağımızı kapatıyoruz. Kim bilir belki bir gün denemediğimiz için pişman olacağımız şeyler hayatımızdan akıp gidiyor ve biz sadece arkasından el sallamak durumunda kalıyoruz.

Bir işyerinde uzun yıllar çalışmak her zaman “başarı” demek değilmiş!

Yıllarca aynı yerde çalışmayı hep aidiyet göstergesi sanıyoruz çoğumuz ama durumun hiç de böyle olmadığını öğrendim. Aidiyet bu demek değil. Uzun yıllar bir yere emek vermek elbette haz veren bir duygu ama bu duygu bir taraftan da cesaretsizlik sanki. Yeni maceralara atılmama korkusu. Ve aynı yerde çalıştıkça artık oraya da faydasızlaşmaya başlamak. İşletme körlüğü kavramına yenilmek gibi.

Oysaki bir yere aidiyet göstergesi, ayrılmak ile ayrılmamak noktasında aldığımız kararla değil orada iken sergilediğimiz davranışlarımızla ölçülmeli. Aidiyetin ölçüsünün, para kazandığımız yere ne kadar dürüst ve adil davranıp davranmadığımız ile ölçülmesi gerektiğini öğrendim.

 Evlilikler sonsuza kadar sürmek zorunda değilmiş!

Hiç kimse o meşhur deftere imza çakarken sonunun başka bir imza ile olmasını istemez elbette. Ancak bazen daha fazla üzülmemek adına, bazı kararlarda ısrarcı olmamak gerekiyor. Çünkü Tanrı kimseyi yaratırken torpil geçmiyor ve kimsenin yaşamı sonsuz değil, bunu anladım. İnsanın hayallerinde yer almayan hiçbir insanı, eşyayı ve/veya mekanı hayatında tutmaması gerektiğini öğrendim. Ve sonsuz inandığım bir şey var, hayatta her şey insanlar için. İyi şeyler de kötü şeyler de. Mühim olan karşılaştığın bu olayları hangi olgunlukla kucaklayabildiğin.

Kız arkadaşlar, dostlar hayatımızdaki en güzel köşede hep var olmalılarmış!

Hep iyi arkadaşlara sahip oldum ben. Belki şans belki tesadüf bilemiyorum. Hani arkadaşlığın derecelendirmesi, çok arkadaşım az arkadaşım olmaz ama bazı arkadaşlıklara şu sözle özdeşleştirdim: Gerçek dostlar Tanrı’nın vermeyi unuttuğu kardeşlerimizdir!

İşte yaşadıklarımdan öğrendiğim şeylerden en tatlısı bu galiba, en az kendimiz kadar güçlü bir kız arkadaşa sahip olmak bu hayatta edinilebilecek güzel varlık. Çünkü iyi bir dost, akıllı bir kalp ile aynı anlama geliyor. “Akıllı kalp” kavramını da ben yarattım kafamda ve şu demek: Ben ne zaman duygularıma yenilirsem akıllı kalbim bana duygularımı yönlendirme konusunda bir yol açar ve minik bir ışık tutar.

Ebeveynler gerçekten garipmiş! Küçük Prens’de de yazdığı gibi.

Ebeveynler..  Başkalarının meseleleri ile ilgilenirken ne kadar soğukkanlı olsalar da söz konusu kendi evlatları olunca aynı soğukkanlılığı gösteremeyip, makul davranamayabiliyorlar. Bazen evlatlar da ebeveynlere kırılıp, üzülebiliyor.  Kim bilir belki bu da doğanın hormonel dengesidir. Belki biz de anne bana olmadan asla anlayamayacağız onları.  Ve ne diyor Küçük Prens’de:

“Büyükler böyledir işte. Ama bunu onlara anlatabilmek olanaksızdır. Çocuklar, büyükler karşısında her zaman sabırlı ve anlayışlı olmak zorundadır.”

Yalnızlık dünyanın sonu değilmiş!

Herkes hayatında bir kişinin varlığına alıştığında öncesini hemen unutur. İnsanoğlunun doğası böyle, içinde bulunduğu duruma hızla uyum sağlayıp, çabuk unutmak üzerine kurgulu varlıklarız biz.

Biriyle ömür boyu uyum içerisinde yaşamak elbette güzel bir his fakat yaşanan her gün biraz daha zor geçiyor ve giderek uzayan günlere dönüşüyor ise kendini de karşındakini de yormanın anlamı yok. Ve bu kararın sonrasındaki sen her zaman kendine yetersin. Düşünsene, zaten hayatına aldığın kişi de hayatında değilken kendinle baş başaydın. Öyleyse nedir bu insanlardaki yalnızlık korkusu?

Klişe olacak ama sağlık dünyada sahip olunan en büyük nimetmiş!

Hiçbirimiz sağlığımızı kaybetme gerçeği ile yüzleşmeden kıymetini anlamıyoruz. Çünkü ne de olsa doğduğumuzdan bu yana bizimle sağlığımız! İşte o işler öyle değil. Yıllar önce bir öğretmenim söylemişti, bir insanın bir günde vücudunda olan kimyasal reaksiyonları kağıt kalemle yazmaya ortalama bir insan ömrü yetmez diye… Böylesine tıkır tıkır işleyen bir sistemin sekmesi gerçeği ile yüzleşince anlıyor insan kendisine bahşedilen bu lüksün kıymetini. Ben de sistemler biraz kısa devre yapınca bunu daha iyi anladım ve kıymetini bilmeyi öğrendim.

Üstünü kapatırsan hiçbir pişmanlık hayatından uçup gitmezmiş!

Herkes gibi pişmanlıklarım oldu, bazıları büyük bazıları küçük.. Ve içime attığım hiç bir pişmanlık yaşamımı zorlaştırmaktan başka bir işe yaramadı. Hep benden bir şeyler aldı, götürdü. Pişmanlıklarımı ilgili kişisine anlatıp, sindirip, toprağın altına gömüp, üstüne bir çiçek ektiğimde yaşamımın nasıl sadeleştiğini görme fırsatı buldum.

Ve en büyük silahım, hep dediğim gibi şükretmek kalbi ferahlatmanın en güzel anahtarmış!

Sahip olduğun herhangi bir şey için her gün şükretmek ya da şükredebilmek. Çünkü bence bu bile bir olgunluk göstergesi. Ben mesela uyandığım her güne şükrediyorum ve minnetle başlıyorum. Doğan güneşe, aldığım nefese, iletişim kurabilmeye, kahkaha atabilmeye… Çünkü hayat şükrettikçe güzelleşiyor ve adeta on iki ay bahar kıvamına bürünüyor.

Hayatıma minnet duyarken hissettiklerim asla Pollyannacılık değil. Sadece iyimserlik. Çünkü ben eminim ki iyi düşündükçe, dil iyiyi söylüyor. Dil iyiyi söyledikçe kalp iyiyi hissediyor ve hep iyilik buluyor insanı. Evrenin çalışma prensibi bu. Ayrıca “iyimser” insanlar daha geç yaşlanıyormuş, demedi demeyin

Ölümle Yaşam Arası Kaç Saat?

Son günlerde etrafımda bir şekilde yer alan kişilerden ortak duyduğum soru: Nasıl bu kadar pozitifsin? Sabah sabah nasıl bu kadar enerji dolu olabiliyorsun?

Çok zor olduğunu sanmıyorum, inanın. Amacım Polyannacılık yapmak ya da sanki hayatımda her şey on numara beş yıldızmış gibi nasihat vermek değil. Sadece hissettiklerim…

Şükrediyorum… ve şükretme becerisinin yaradan tarafından insana sunulmuş en güzel ayrıcalık olduğuna inanıyorum. Şükretmek ve şükredebilmeyi bilmek. İyi ama nedir bu şükretmek?

Bir gün bir psikologun konuşmasını dinledim ve en çok ne için şükrettiğimin adını onu dinlerken koydum: Her sabah gözümü açtığımda, uyanabildiğim için şükrediyorum ki bu en önemlisi. Hayır hayır bu fazla optimist olmak değil, gerçekten bazı kişiler dün gece uyudu ve bu sabah uyanamadı diyebiliyorum. Gerçekten bunu yaşadım, uyuyup da uyanamayan bir insan gördüm.

İşe gidebildiğimde şükrediyorum. Çünkü her yıl türlü türlü kurumların açıkladığı işsizlik rakamlarını biliyorum ve o yüzdeliklerin içinde olmadığım için kendimi şanslı görüyorum.

Bir noktadan diğerine yürüyebiliyorum. Buna da şükrediyorum. Çünkü yürüyemeyen insanlar tanıyorum ve daha da önemlisi bunun ne demek olduğunu geçmişte hissetmiş olduğum kısa da olsa bir dönem var. Tüm organlarımın bana hizmet ettiğini görmek şahane bir şey.

O gün sevdiklerimin sesini duyabildiysem şükrediyorum. Demek ki hayatımdan sevdiğim insanlar eksilmemiş, onlar yaşıyor ve ihtiyacım olduğunda bir telefon, bir mesaj, bir kahvelik uzağımdalar. Şükrediyorum ve onlar iyi ki var.

Ay sonu maaşımı alınca şükrediyorum. Çünkü gerçekten bu ülkede maalesef asgari ücret ile 4 kişilik bir aileyi geçindirmeye çalışan insanlar var. Hem de 4 kişilik ailenin temel ihtiyaçları asgari ücretin üzerindeyken…

Düşünebiliyorum, kendi kararlarımı kendim alabiliyorum. Buna yetecek kadar akli melekelerim sağlam. Bunun için de şükrediyorum. Çünkü hayatını bir başka insana, bir başka kadına veya erkeğe endekslemiş insanlar görüyorum, kendi hayatları üzerinde hiçbir yetkisi olmayan. Onlara üzülüyorum…

Hayatımda hiç mi kötü bir şey yok? Elbette var. Ama ben uyumadan önce iyi dediğim şeyleri düşünüyorum, kötü dediklerimi düşünüyorum ve terazinin ağır gelen kefesini hissediyorum. Hiç mi kötüler ağır basmıyor diyecek olursanız, bazen bastığı oluyor ama o zaman da kanaat notumu kullanıyor ve iyilere odaklanıyorum.

Aslında hayat o kadar da uzun değil, insan ömrü ortalama 65 yıl derlerdi ve ben 65 yılın tüm güzellikleri yaşamaya yetmeyeceğini; bununla beraber kötü şeyleri düşünecek ve hayat enerjimi soldurmaya yetecek kadar uzun olduğunu düşünmüyorum.

Sabah çıktığım eve geri dönememe ihtimalini hiç aklımdan çıkarmıyorum mesela. O nedenle an’a odaklanıyor ve güzellikleri hissetmek istiyorum. Belki de o 65 yılı tamamlayamayacağım? Belki de bu güzellikleri tekrar yaşama ve hissetme fırsatım olmayacak. Ne bileyim?

Tüm bunlar hayatımda iken, her şey kötü, bütün olumsuzluklar beni buluyor demeye utanıyorum! Hayatımda bu kadar güzel şeyler varken kötülüklere odaklanmaya, her şey berbat gidiyor demeye utanıyorum!

Her an yaşamın sonlanabilme ihtimalini düşünüyorum sıkça ve bu düşünce ile enerji depoluyor, iyi hissetmeye odaklanıyorum.

Ya siz hiç düşündünüz mü?

Ölümle yaşam arası kaç saat?

Kim bilir belki de bazen sadece bir dakika…

(Not: Bu yazıyı yazarken tekrar tekrar okuyup, değişiklikler yapmadım. İlk aklıma gelenlerin hissettiklerimle yazdım.)